Dünyanın en sakin koylarından birinin dünyanın en hırçın, hatta en çılgın denizlerinden birinin kıyısında olduğunu biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ama geç de olsa öğrendim. İşin ilginç tarafı bu koyu ben keşfettim sayılır! Bu hikayeyi sizlerle paylaşayım.

Bahsettiğim deniz tabii ki Karadeniz'dir. Koy ise pek çoğunuzun ismini dahi duymadığınızı düşündüğüm Mugada'dır. Benim bu konuya girmemin bir nedeni elbette ki size bu koyu tanıtmak ise de; diğer nedeni de harika bir gün geçirdiğim bu koydan dönüşte ömrümün en korkunç saatlerini yaşamamdır. Aynı gün yaşanan bu yaman çelişki gerçekten inanılmazdır.

Karadeniz'e tekrar döneceğim ama önce Mugada'yı size anlatmak istiyorum.

Mugada, Karadeniz kıyısında, yıllarca keşfedilmemiş, takriben1 kilometre uzunluğunda ve geniş bir kumsalı olan harika bir koydur. Gördüğünüz zaman buna cennetten bir köşe de diyebilirsiniz. Bartın'ın sınırları içindedir ama Zonguldak-Bartın sınırına bitişiktir. Tahminen Bartın'a 17 km. mesafededir. Sanıyorum Zonguldak'a denizden mesafesi de 30 km. civarındadır.

Mugada isminin ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum. Sanki yabancı bir ismi çağrıştırıyor. Mugada'ya bazı literatürlerde ''Magoda'', bazılarında ise ''Mogada'' dendiğine de şahit oldum. Ama nispeten makul açıklamayı, benim TTK Karadon Müessesesinde baş mühendis olarak çalıştığım sıralarda, bizim müessesede işçi olarak çalışan, Magoda'nın bağlı olduğu köyün (Hatipler) muhtarı Abdullah yaptı. Muhtara göre, o civardaki kadastro çalışmalarında görevli bir jeometri elemanı araziyi ölçe ölçe deniz kenarına kadar varınca, arazi burada bitti anlamında, mahalli lehçe ile ve biraz da burundan konuştuğu için ''Mu gada'' (Bu kadar!) demiş. Bu nedenle de bu isimsiz koyun ismi Mugada diye söylenir olmuştur.

Yukarıda Mugada'yı ben keşfettim sayılır demiştim. Diyeceksiniz ki Mugada Amazon ormanlarında mı ki sonradan keşfedildi! Tabii ki hayır. Ama bizim bütün sahillerimizde olduğu gibi Karadeniz'de de köylüler, tarıma uygun olmadığı için, deniz kenarlarına pek önem vermezlerdi.

İşte Mugada da böyle bir yerdi. Köylülerin öyle plajda yatma alışkanlıkları ve lüksleri de olmadığından deniz kenarındaki kumsal ıssız bir yer olarak kalmıştı. Tabi bunda Mugada'nın doğru dürüst bir yolu olmaması nedeniyle, şehirlerdeki insanlarımızın da burayı keşfetmekte geç kalmalarının payı vardır.

Muhtar beni Mugada'ya davet ettiği zaman -ki yaz aylarıydı- geniş kumsalda sadece inekler ve köpekler dolaşıyordu. Bir iki balıkçı kayığı ve bir baraka dışında hiçbir şey yoktu..

Muhtar bana, ''Beyim buraya elektrik çekilirse, yolu da yapılırsa burası canlanır.'' demişti. Birkaç sene sonra, müessese müdürü olduğum sırada, bu köye yeteri kadar elektrik direği, elektrik teli ve lambası gönderdim. Muhtar da bu direkleri köylülere diktirdi. Yolu da kabaca da olsa yapılınca sahil canlandı. Ayrıca sık sık arkadaşlarımızı da buraya davetli olarak getirdiğimiz için Mugada birden bire çok gelişti. Hatta birkaç sene sonra tekrar gittiğimizde tanıyamadık; sahil kum gibi insan kaynıyordu.

Müessese müdürü olarak aynı zamanda Amelebirliği yönetim kurulu üyesi idim. Başkanımız da benim abi dediğim Kemal Yıldırım idi. Kemal Abiyi Mugada'ya getirdim. Koydaki küçük ve şirin yarımadanın üzerinde bir huzurevi yapılması için kendisini ikna ettim. Ama Kemal Abinin ömrü vefa etmedi.

Mugada'ya 30 yıldır gitmedim. Ama internetten görsellerine baktığımda oraya birçok yazlık ve hatta birkaç otel yapıldığını görüyorum. İnsanların birdenbire hücum edip plansız bir şekilde yapılaşmaya gitmesi ve kumsalın iyi korunmaması nedeniyle koyun iyi değerlendirilemediğini görmek beni gerçekten üzüyor. Çünkü orada emeğim var.

Mugada gerçekten çok güzel bir koydur. Ama asıl özelliği, dalgası ile meşhur Karadeniz'in coştuğu zaman bile burada sakin kalmasıdır. Ayrıca, Karadeniz kıyılarında pek görülmedik bir şekilde sığdır. Kısacası, özellikle küçük çocuklu aileler için çok ideal bir plajdır.

Fakat ben bu cennet parçası nedeni ile hayatımın en büyük kabusunu yaşadım. Cennet ve kabus birbirine tamamen zıt kelimeler, nasıl yan yana geldiler diyeceksiniz. O zaman hiç unutamadığım ve hala rüyalarıma giren bir anımı anlatayım. Bunu neden yapıyorum? Karadeniz'in nasıl hırçın, güvenilmez ve tehlikeli bir deniz olduğunu size gösterebilmek için!

Seneyi tam hatırlamıyorum, 1983 veya 1984 yazı olabilir. Gültekin Parlar bizim Karadon Bölgesi'nin muhasebe şefi idi ve benim ilkokuldan ve ortaokuldan sınıf arkadaşımdı. Arkadaşları ve halk arasında lakabı ''Tekor'' idi. Herkesin sevdiği bir arkadaşımızdı. Bu nedenle, sonradan Kilimli belediye başkanlığına birkaç dönem seçilmiştir.

Neyse asıl konuya geçelim.

Tekor ve Erdal isimli bir arkadaşımızla anlaşarak bir pazar günü, deniz yoluyla Kilimliden Mugada'ya, ailelerimizle birlikte, gitmeye karar verdik.

Güzel ve güneşli bir gündü. Bir motorla Kilimli'den hareket ettik. 2.5 saatlik güzel bir yolculuktan sonra Mugada'ya vardık.

Doya doya güneşlenip denize girdikten sonra, akşam üzerine doğru dönüşe geçtik. Sakin koydan çıkıp denize doğru ilerlerken deniz dalgalanmaya başladı. Belki daha önceden dalgalanıyordu da biz fark edememiştik. Dalgalar gittikçe daha da hırçınlaşıyordu ama biz, iyi bir denizci ve yüzücü olan Tekor'a çok güveniyorduk. Zaten o da bize korkmayın diyordu. Açık denizde dalgaların daha hafif olacağını söyleyerek motoru açık denize doğru sürerek ilerliyordu. Söylediklerini ispat için de sahildeki dik kayalıklara çarparak kırılan ve yükselen devasa dalgaları gösteriyordu.

Sahile vurarak kayalara çarpıp yükselen dalgalar gerçekten de çok ürkütücü idi. Onların arasına küçücük bir motorla girmek cesaret değil, delilikti! Karadeniz'i bilenler bilir; dağlar denize paralel olduğu için sığ yerler pek azdır. Çoğu yerde kayalar, tıpkı Norveç fiyortları gibi, denize dik bir duvar şeklinde iner. Mugada ve Kilimli arasında da, aradaki bazı küçük koyları saymazsak, genellikle böyledir.

Sahilden bir kilometre kadar uzaklaşmıştık. Biraz akşamın bastırmasından, biraz da kırılan dalgalardan yükselen su zerreciklerinin oluşturduğu sis nedeniyle sahil şeridi hayalet gibi gözüküyordu. Deniz kabardıkça kabarmaya devam ediyor, dalgalar devasa boyutlara ulaşıyordu. Hava da iyice kararınca manzara tam anlamıyla korkunçlaşmıştı.

Tekor dümenin başında ayakta idi. Motorun süratini öyle ayarlıyordu ki motor bir dalganın tepesinden ötekine atlıyordu. Söylediğine göre, eğer motor iki dalga arasındaki boşluğa düşerse alabora olabilirdi. O yüzden çok dikkatli hareket ediyordu. Ama buna rağmen birkaç kez falso vermekten kurtulamadı, motor neredeyse alabora oluyordu. Tekor da bayağı sendeledi ve kendini zor toparladı.

Motor dediğimizde aslında kıçına motor takılmış bir kayıktı. Boyu olsa olsa 5 metre kadardı. Bu nedenle, dev dalgaların üzerinde fındık kabuğu gibi zavallı kalıyordu. Ha alabora olduk ha olacağız korkusundan sesimiz çıkmıyordu. Tekor bize Kilimliye varınca denizin sakinleşeceğini ve tehlikesizce karaya çıkabileceğimizi söyleyerek moral veriyordu.

Bu arada ben bildiğim tüm duaları (zaten 3-5 dua biliyorum) sürekli tekrarlayarak okuyorum. (Malum, ''Sallanan uçakta ateist kalmaz'' durumu!) Çünkü motorun devrilmesi halinde kurtulma şansımız yoktu. Ben sakin denizde bile yüzerken 20m. yüzüp geri dönen bir adamken; böylesine dalgalı bir denizde bir kilometre mesafeyi nasıl yüzecektim? Sonra diyelim ki sahile vardım; duvar gibi yüksek kayalara çarpıp parçalanan dalgalar beni de parçalamaz mıydı?

Bir de kendimden çok ailemi düşünüyordum. On yaşındaki kızım Ayseli'nin elinden tutmuş bırakmıyordum. Güya suya düşersek onu da kurtarmaya çalışacaktım! Pratikte mümkün olmadığını biliyordum ama yine de sıkı sıkı tutmuştum ve bırakmaya niyetim yoktu. Boğulursak da beraber boğulacaktık!

Sonuçta 2.5 saatlik bir ölüm kalım mücadelesinden sonra Kilimliye vardık. Gerçekten de Kilimli'de deniz sakinleşmişti. Sorun yaşamadan karaya çıktık. Utanmasam karayı öpecektim.

Bir daha böyle bir gezi mi! Tövbe billah! Hala rüyalarıma giriyor, zıplayarak uyanıyorum.

Bir de şunu ekleyeyim; meğerse bizim çok güvendiğimiz Tekor da çok korkmuş! Hatta ''Her an alabora olabilirdik. Eğer öyle birşey olsaydı ben hiç olmazsa Ayseli' yi kurtarmayı bile planlamıştım!'' dedi. Tekor bunu yapabilirdi, çünkü çok iyi bir yüzücüydü.

Bu arada, aramızdan erken ayrılan çok değerli arkadaşımız Tekor'u, yani gerçek adıyla Gültekin Parlar'ı da rahmetle anıyorum.